İçtihat Nedir?

İçtihat Nedir? Şartları Nelerdir?

İçtihat Nedir?
Şartları Nelerdir?

İçtihadın lügat mânâsı; meşakkatli, külfetli, zor bir işi vücuda getirmek için bütün gücünü sarf ederek cehd ve gayret göstermektir.

Istılahî mânâda ise içtihat; kesin ve açık delillerle sâbit olmayan zannî ve fer’î hükümleri şer’î delillere uygun olarak istihraç ve istinbat hususunda bütün güç ve tâkatini sarf ederek çalışmaktır. Yani, Kur’ân, hadis ve icmâ ile sâbit olan şer’î delillerden hüküm çıkarmaktır.

Kur’ân-ı Kerîm, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir ummandır; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O’nun hikmet ve esrarı nihayetsizdir. Her asrın âlimleri, idrakleri nisbetinde ondan hisselerini almışlardır ve kıyâmete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (a.s.m) onun bereketine mazhar olmuşlar, maddeten ve mânen Kur’ân’dan istifade etmiş ve edeceklerdir.

Kur’ân-ı Kerîm, mücmel ve ince nüktelerle doludur; birçok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.

Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖي كِتَابٍ مُبٖينٍ

“Yaş ve kuru her şey Kitâb-ı mübindedir.”[1]

Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder:

“Bir kavle göre Kitâb-ı Mübin, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyân ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.”[2]

Bu İlâhî hazinede, beşeriyetin kıyâmete kadar karşılaşacağı bütün meseleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur’ân’ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi.

İmâm-ı Şa’rânî’nin buyurduğu gibi:

“Eğer Peygamber Efendimiz (a.s.m) Kur’ân-ı Kerîm’deki icmalleri (toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri) açıklamasaydı, Kur’ân-ı Kerîm icmâli üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, sünnette bulanan icmalleri açıklamasalardı, sünnet kendi icmâli üzere kalırdı.”[3]

Malumdur ki, Cenâb-ı Hakk nazarında en makbul olan amel, güç olanıdır.

افضل العباداة احمزها

“İbâdetlerin en faziletlisi zahmetli olanıdır”[4]

Hadis-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir vazifedir. İnsanların bütün hâl ve hareketleriyle alâkası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (a.s.m) kemâliyle vâris olmakla mümkündür.

İçtihadın Meşruiyeti

İçtihadın meşruiyeti Kur’ân’ın şu âyeti ile sabittir:

وَاِذَا جَٓاءَهُمْ اَمْرٌ مِنَ الْاَمْنِ اَوِ الْخَوْفِ اَذَاعُوا بِهٖ وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰٓى اُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذٖينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ

“Onlara emniyet ve korkudan bir haber geldiği zaman onu ifşâ ederlerdi. Eğer onu Peygambere veya aralarından re’y sâhibi olanlara arz etselerdi, elbette ki o re’y sâhipleri (hâl ve maslahata göre) içtihat ve istihraç ederlerdi.”[5]

Medine’ye hicret eden Müslümanlar, kısmen emniyete kavuşmakla beraber, bütünüyle rahat değillerdi. Her an Mekkelilerin saldırısına uğrama ihtimalleri vardı. Halk arasında zaman zaman “geldiler, geliyorlar” şeklinde dedikodular yayılmaktaydı. Üstteki âyet, böyle durumlarda yapılması gerekeni ders vermektedir.

Hamdi Yazır, bu âyetten şu hükümleri çıkarır:

1. Olayların hükümleri içinde, doğrudan nass ile malum olmayıp, istinbat (içtihat) ile bilinecek olanlar da vardır.

2. İstinbat da bir delildir.

3. İstinbata ehil olmayan avamın, olayların hükmünde ehl-i ilme müracaatı ve taklidi vâciptir.

4. Rasûlullah da istinbat ile mükelleftir.[6]

Ebû Zehra’nın da buyurduğu gibi:

“Olaylar sonsuzca meydana gelir. Mevcut nasslar ise mahduttur. O hâlde mevcut nassların ışığı altında, hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zarurettir.”[7]

İşte bu âyet-i kerime kıyas ve içtihadın edille-i şeriyeden (şer’î deliller) olduğunun en büyük delilidir. Zira yeni bir vakayı istinbat ve istihraca ehil olan ulemâya havale etmek, onların içtihat etmelerini ve kıyasta bulunmalarını istemek demektir. Çünkü hakkında sarih hüküm olan hâdiselerde içtihada zâten gerek yoktur.

Fahreddin-i Razî bu âyet-i kerimenin üç şeye delalet ettiğini beyân buyurur:

Birincisi; âyetin sarahatiyle bilinmeyip de içtihat ile bilinenlerdir.

İkincisi; içtihat ve istinbatın şer’î delil olmasıdır.

Üçüncüsü; avam-ı nasın, ulemâyı fer’î amellerde taklid etmelerinin vâcib olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk bu âyetiyle yeni hâdiselerin hükümlerini bilmeyenlerin, bu hükümleri şer’î delillerden çıkarmaya ehil olan kimselere müracaat etmeleri gerektiğini beyân buyurmuştur.[8]

Cenâb-ı Hakk şu âyet-i kerîme ile de ehil olanların içtihat yapmalarını emir buyurmaktadır:

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ

“Ey ilim sâhipleri, (âyetlerimizi) tâbir edin.”[9]

Şu hâlde Kur’ân-ı Kerîm’de kat’î hükümler yanında açık olarak ifade edilmeyen fer’î hükümler yani teferruattan sayılacak ikinci derecede hükümler de mevcuttur. Bu gibi hükümlerde zan ile amel etmeyi Cenâb-ı Hakk câiz kılmıştır. Avamın bu hükümleri Kur’ân’dan istihraç etmesi mümkün değildir. Onlara düşen vazife âlimlere tâbi olmalarıdır. Böyle bir taklit, avam için vâciptir.

Evvela içtihat yapmak büyük bir ilim ve ihtisas işidir, herkesin kârı değildir. Çünkü şer’î hükümler binlerce hatta on binlercedir. Bunların delilleri ise gayr-ı mahduttur. Bütün bu hükümleri o sayısız delillerden çıkarmak herkes için mümkün olmaz. Diğer taraftan, bütün Müslümanların içtihat yapacak derecede âlim oldukları farz edilse bile, bunların içtihat için çalışmaları hâlinde dünyevî hiçbir meslek icra edilemez olur. Bu iki mühim sebepten dolayı avam, müçtehitleri taklit etmekle mükelleftir.

Cenâb-ı Hakk içtihada ehil olanları içtihat ile emreylediği gibi, sair mü’minleri de bunlara ittiba etmeye şu âyet-i celile ile emr buyurmuştur:

فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَۙ

“Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun.”[10]

Bir Müslümanın Allah-û Teâla’nın rızasına uygun ibâdet yapabilmesi, ancak müçtehitlere uyması ile mümkündür. Şeyh Abdullah Diraz taklidin vâcip ve zaruri olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“Kendisinde içtihat yapma ehliyet ve yetkisi olmayan kimse, karşısına fer’î bir mes’ele çıktığı zaman, ya esas olarak hiçbir şey yapmayacak ve kulluk görevini aksatacaktır. Bu ise icmâya aykırı bir davranış olur. Ya da bir şeyler yaparak, kulluk görevini yerine getirmeye çalışacaktır. Bu da ya ortaya çıkan yeni mes’eleyle ilgili hükmü tesbit eden delili bulup, ona bakarak hareket etmek, ya da bir müçtehidi taklid etmek sûretiyle olur. Birincisi (karşılaşılan her yeni mes’elenin delilini bulup bu delilden hüküm çıkarmak) herkes için kat’iyyen mümkün değildir.

Çünkü bu yol, hem yeni durumlarla karşılaşan kimse, hem de bütün insanlar hakkında hâdiselerin delillerini arayıp bulma zorunluğunu doğuracağından, insanların geçim çabalarını engelleyecek, her türlü san’at ve tekniği durduracak, ziraat ve benzeri bütün faaliyetleri tatil sûretiyle dünyanın harab olmasına yol açacaktır. İşte bu sebeple taklidin re’sen kaldırılması son derece tehlikelidir. Görülüyor ki, geriye taklidden başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır. Böyle bir durum karşısında tek yol bir müçtehide tâbi olmaktan ibarettir.”[11]

Bu hususu Şâtıbî şöyle ifade etmiştir: “Bir müçtehîde göre şer’î delil ne ise, câhil bir insana göre de bir müçtehidin verdiği fetva odur.”[12]

İşte müçtehitler Kur’ân-ı Kerîm’de remzen, işareten, mevcud olan fer’î hükümleri istihraç ederek insanlık âleminin istifadesine sunmuşlardır. Nitekim kâinat kitabında bulunan gizli ve perdeli hakikatler de, ilgili fen âlimlerince keşfedilmişlerdir. Bu zâtlar da kâinat kitabının müfessirleri ve müçtehitleri hükmündedirler.

Bir fende ehil olmayan kimselerin o fennin ilim adamlarına ittiba etmeleri ve onların ortaya koyduğu eserlerden faydalanmaları aklın gereği olduğu gibi, avamın da Kur’ân-ı Kerîm’den istinbat edilen hükümlerde müçtehitleri taklid etmeleri vâciptir. Aklı başında bir insan “Ben ancak kendi yaptığım uçağa binerim” yahut “Kendi yaptığım bilgisayarı kullanırım” diyemeyeceği gibi, “Ben müçtehitleri taklid yerine Kur’ân ve hadisten kendim hüküm çıkarırım” da diyemez.

İçtihadın Önemi

İçtihat, Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmete en büyük lütuf ve ihsanıdır. Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de te’vile açık olan hakikatleri, işaret ve remizleri ümmetin âlimlerine bırakmasının birçok hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hakk tevile açık hükümleri eğer kesin bir şekilde bildirseydi, füruata ait bütün meseleler, farz ve vâcib olurlar ve onlara muhalefet edenler helakete düşerlerdi.

Diğer bir hikmet; Cenâb-ı Hakk içtihat müessesini açmakla âyet ve hadislerden şer’î hükümlerin çıkarılmasında akla da bir hisse vermiş, böylece ümmet-i Muhammedi ve ulemâsını şereflendirmiştir.

İlahî hediyelerin en müstesnası akıldır. Akıl, eşyanın hakikatini, kâinatın sırlarını keşfeden İlahî bir nurdur, lâtif ve şerif bir cevherdir. Kur’ân-ı Kerîm’in en derin mânâ ve hakikatleri o cevherle hâlledilir. Evet, akıl insana Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve inâyetinin, fazl ve kereminin son mertebesidir. Bununla beraber insanlar akıl ve ilim noktasında aynı seviyede değildirler.

İlmin mahiyeti bir olsa bile anlaşılması başka başkadır. Binlerce insan bir âlimden aynı dersi aldıkları hâlde her birinin aldığı feyz ve irfan farklıdır. Kabiliyetler farklı olduğu için, her biri kendi istidadı nispetinde feyz ve mârifete mazhar olur.

Aklı zayıf, fikri mahdut insanlar en açık şeylerden bile bir şey anlamazlar. Perdeli sırlara ve hakikatlere nüfuz etmek, akl-ı kâmilin vazifesidir. Bu sırları akıl ve şuurla keşfedemeyen insanın kazandığı malûmatlar kâfi derecede bir ilim olmaz; görüşlerinde ve tefekkür ettiği şeylerde noksanlık olur. Evet, ümmet-i Muhammed içinde her ilim dalında birçok âlimler, nice mütefennin, mütefekkir, mütekellim ve mutasavvıf yetiştiği hâlde, içtihat mertebesine ulaşanların sayısı çok azdır. İçtihada ait mârifet ve ilmin sahası ve muhiti pek geniş ve pek derindir. O, her gavvasın dalamayacağı bir deryadır. Her basar etmekle ve basiret sâhibinin idrak edemeyeceği birçok hakikati ihtiva eden bir ummandır. Onun hakiki mahiyetini her akıl keşfedemez.

İçtihat, zor bir mes’ele ve derin bir sırdır. Her istidadın, her akıl ve zekânın cevelan edebileceği bir saha değildir.

O ummanların derinliklerinden inci gibi kıymettar pırlantaları ve cevherleri çıkarmak ancak ve ancak müçtehit imamlara ve bilhassa dört imâma mahsustur.

İslâm dini en mükemmel bir dindir. Nitekim Cenâb-ı Hakk da:

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتٖي

“Bugün sizin için dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım”[13]

buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de, gerek itikad, gerek ibâdet ve muamelata dair açık hükümler bulunduğu gibi, kıyâmete kadar zuhur edebilecek yeni hâdiseleri çözmeye kâfi kanun ve prensipler de mevcuttur. Bunlardan hüküm istihraç etmek ise ancak içtihat ile mümkündür.

Evet, İslâm dininde içtihadın mevki ve ehemmiyeti pek mühimdir. Müslümanların birçok ihtiyaçları bu müessese sayesinde karşılanmıştır. Malumdur ki, zamanın değişmesiyle yeni yeni hâdiseler ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara cevap verebilecek temel kaideler, ulvî esaslar Kur’ân ve hadislerde mevcuttur. Ama bu derin ve perdeli mânâları herkesin anlaması mümkün değildir. İşte müçtehitler, Kur’ân’dan ve onun birinci tefsiri olan hadislerden bu gibi fer’î hükümleri istinbat edip insanların müşküllerini hâlletmişlerdir.

Evet insan, ancak Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebeviyyenin tâyin ettiği yolu takip etmekle hatadan kurtulabilir. Çünkü bu iki kaynak, insanların felahı için taraf-ı İlahîden vaz’ ve tespit edilmiş bir hidâyet meselesidir.

Esasen şer’î hükümlerin ekserisi, Kur’ân ve hadislerin nassı ile tesbit edilmiştir. Bu kısım Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: Kur’ân ve Kur’ân’ın tefsiri olan sünnetin malıdır. İçtihada ait meseleler altın ise, bunlar birer elmas sütundur.[14]

İşte müçtehitler, bu iki hazineden azami derecede istifade ederek:

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ

“Allah, hikmeti istediğine verir.”[15]

âyet-i kerimesine hakkıyla mâsadak olmuşlardır. Peygamber Efendimiz de (a.s.m) İçtihadın ehemmiyetini ve müçtehitlerin kıymet ve derecelerini şu hadis-i şerifleri ile en güzel bir şekilde ortaya koymuşlardır:

اذاحكم الحاكم فاجتهدفاصاب فله اجران واذاحكم فاخطافله اجرواحد

“İçtihat eden kimse isabet ederse iki sevab, etmezse bir sevap alır.”[16]

Hadis-i şerifteki hatadan yani isabet etmemekten murat, efdaliyetin terkidir. Muhammed bin Hazm bu konuda: “Buradaki hatadan murad, delilin isabet etmemesidir. Sâhibini şeriattan çıkaran hata değildir. Zira onunla şeriattan çıkmış olsaydı, onunla kendisine sevab verilmezdi.”[17] demektedir.

Ancak şu hususu önemle belirtelim ki, içtihada ehil olmayan bir kimse verdiği hükümde hata ettiği takdirde mazur olmaz, günahkâr olur.

Bedir Gazasında alınan esirlere ne gibi bir muamele yapılacağına dair henüz bir vahiy nâzil olmamıştı. Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m), kendisine bildirilmeyen her hususu ashabıyla istişare ettiği gibi, bu meseleyi de istişare etti. Hazret-i Ebû Bekir esirlerin bedeline fidye alınması ve serbest bırakılması görüşündeydi. Hazret-i Ömer Efendimiz ise esirlerin hemen öldürülmeleri fikrindeydi. Ashâb-ı Kiram’ın bir kısmı Hazret-i Ömer’in, bir kısmı da Hazret-i Ebû Bekir’in içtihadından yana oldular. Aralarında ihtilaf çıkınca Hazret-i Rasûlullah (a.s.m), Hazret-i Ebû Bekir’in içtihadını tercih etti ve onun muktezasıyla hüküm icra edildi.

Lakin bu hususta itab-ı İlahîyi celbeden şu âyet-i kerime nâzil oldu:

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَكُونَ لَـهُٓ اَسْرٰى حَتّٰى يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِ تُرٖيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّٰهُ يُرٖيدُ الْاٰخِرَةَ

“Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Hâlbuki Allah (sizin için ebedî olan) âhireti istiyor.”[18]

Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ebû Bekir’in içtihadını bozmamakla beraber, Hazret-i Faruk’un fikrinin daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki, birbirine muhalif iki fikir de tasvip edilmiştir. İşte bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki; her ehl-i içtihat, reyinde isabet etmektedir. Eğer, Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin fikri hatalı olsaydı; hüküm icra olunmadan evvel âyet nâzil olurdu. Demek ki, bu hususta nâzil olan ilahî itab azimet ve efdaliyetin hilafını tercihten dolayıdır.

Hazret-i Ebû Bekir’in maksadı, esirlerden alınacak fidyeyle Müslüman askerini düşmana karşı silahlandırıp kuvvet kazandırmaktı. Hazret-i Ömer’in maksadı ise, bunlarda ıslah emaresi olmadığından vücutlarını ortadan kaldırmakla yeryüzündeki fesadı önlemekti.

Şer’î Hükümlerin Kısımları

Şer’î hükümler; itikad, ibâdet, muamelat ve ahlâk olmak üzere dört kısma ayrılır. Bunlardan itikada ait hükümlerde içtihat câiz olamaz. Çünkü bu hükümler Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyenin açık nasslarıyla sâbittir ve aklî delillerle de teyid edilmiştir. Bunlar şüphe ve tereddütlerden müberradırlar. Bunlar hakkında zan değil, yakîn ve kat’iyyet muteberdir. Onlar ne artar, ne eksilir, ne de değişirler.

İbâdete taalluk eden hükümlere gelince, bunlar da Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin açıklamasıyla tespit edilmişlerdir, değiştirilmeleri mümkün değildir. Bunlara, olduğu gibi îman ve itikad etmek gerekir. Bu gibi hükümlerde de içtihadın cereyan edemeyeceği açıktır. Çünkü namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetler taraf-ı İlâhîden kesin ifadelerle nâzil olmuş ve Sünnet-i Nebeviye ile tamamlanmıştır. Bunlar hakkında içtihat yapılamaz. Meselâ: Namazın rükünleri, rekât adetleri, vakitleri hususunda içtihada asla mahal yoktur. Aynı şekilde, şirk, katl, zina, haram, içki gibi kesin yasaklar da zamanın tagayyürü ile tebeddül etmezler. Bunlarda içtihat yapmak, bunların mahiyetlerini değiştirmek asla câiz görülemez. Böyle bir cüret, eğer cehâlet eseri değilse, mukaddesata karşı bir suikast demektir.

Hakkında tevile ihtimal olmayan sarih âyet ve hadis bulunan bir konuda müçtehitlerin içtihatlarına din cevaz vermez. Bu gibi nasslara muhalif olan içtihatlar ile amel edilmez.

Kur’ân ve hadis ile sâbit olan namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi katî hükümlerde içtihat yapılamayacağı gibi, icmâ ile sâbit olan hükümlerde de içtihat cereyan etmez. Bunlar şer’î hükümlerin yüzde doksanını teşkil ederler. Kıyas ve içtihada mevzu olan fer’î hükümler ise yüzde on kadardır.

İçtihat; ibâdet ve muamelat ile alâkalı zannî ve fer’î mes’elelerde, yani hakkında kesin hüküm olmayan sahalarda yapılabilir.

Bir Soru: Acaba içtihat yolu açık olduğu hâlde, büyük fıkıh âlimleri neden dolayı içtihat yapmak yerine bir mezhebe tâbi olmayı ve o mezhebin hükümlerini yaymayı tercih ettiler? Onları bu yola sevk eden sebep nedir?

Cevap: Evvela; fıkıh âlimlerimizin bir kısmı içtihat kudretini kendilerinde göremediklerinden, büyük müçtehitleri taklid etmeyi tercih ettiler.

Diğer taraftan; 11. asırda müçtehitler her tarafta çoğaldılar. Bir müçtehide tâbi olan ve arkasından giden mü’minler, diğer müçtehitleri noksan görmeye, hatta ifrata giderek onlar hakkında şanlarına yakışmayacak sözler sarf etmeye başladılar. Zamanla bu konuşmalar mücadele şekline girdi. Birbirlerine karşı hasmâne tavır takındılar. Mü’minler arasındaki muhabbet ve hürmet, yerini kin ve nefrete terk etmeye başladı. Bundan dünyevî ve uhrevî zararların doğma tehlikesi baş gösterdi. Buna mâni olmak için dört imam dışındaki müçtehitler ve onlara tâbi olan âlimler kendi içtihatlarından vazgeçip dört imâmın arkasından gitmeyi tercih ettiler. Bu sayede Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik te’sis edildi.

Usûl-ü fıkıh âlimlerinden Muhammed Seyyid Efendi, Medhal adlı eserinde bu mes’ele hakkında geniş izahatta bulunmuştur. Bu izahların kısa bir özetini bugünün Türkçesiyle aktarmakta fayda görüyorum:

Fukaha-i kiramın içtihada girmemelerinin sebepleri:

1. Fukahanın şer’î hükümleri Kur’ân ve Hadisten doğrudan istinbat etmeye muktedir olamamalarıdır.

2. Bazı meselelerde içtihada muktedir olsalar bile, bütün meselelerde içtihat yapma gücüne sâhip olmadıkları için, bu meselelerde de içtihattan vazgeçip büyük imamlara tâbi olmuşlardır.

3. Ulemâ arasındaki rekabet ve ihtilaf sebebiyle mü’minler arasındaki birlik ve beraberliğin bozulmaması için bazı zâtlar içtihattan vazgeçmişlerdir.

M. Seyyid Efendi bu noktada İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin şu ifadelerine yer verir:

“Teşvîş-i ezhandan (zihinleri karıştırmaktan) başka bir faydası olmayan ve hakikati tenvirden ziyâde fikirleri yanıltan, karıştıran bu gibi münakaşalara meydan vermemek için ekser fukaha içtihadı terk ile dört imâmı taklid yolunu tercih ettiler.”[19]


[1]           En’âm Sûresi, (6), 59.

[2]           Nursî, Said, Sözler, RNK Neşriyat, İstanbul 2020, s. 270.

[3]           İmâm-ı Şa’rânî, Mizanü’l-Kübra, Berekât Yayınevi, İstanbul 1980, s. 70.

[4]           el-Aclûnî, İsmâil b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, Müessesetu’r Risale, Beyrut-Lübnan 2012, 1/165.

[5]           Nisâ Sûresi, (4), 83.

[6]           Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul, 1935, c. II, s. 1403-1404.

[7]           Ebû Zehra, İslâm’da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Hisar Yayınevi, İstanbul 1976, s. 19.

[8]           Bkz. Fahreddin-i Râzi, Tefsîr-i Kebir, Akçağ Yayınevi, Ankara, 1990, c. VIII, s.186-191.

[9]           Haşr Sûresi, (59), 2.

[10]         Nahl Sûresi, (16), 43.

[11]         el-Buti, M. S. Ramazan, Mezhepsizlik , (Ter: Durmuş Ali Kayapınar), Sebat Basımevi, Konya, 1976, s. 165-166.

[12]         Şâtıbî, el-Muvafakat, İz Yayınları, İstanbul 1999, IV/296.

[13]         Mâide Sûresi, (5), 3.

[14]         Sözler, RNK Neşriyat, İstanbul 2005, s. 759.

[15]         Bakara Sûresi, (2), 269.

[16]         Buhâri, İ’tisam, 21; Tirmizi, Ahkâm, 2.

[17]         Şa’rânî, s. 76.

[18]         Enfâl Sûresi, (8), 67.

[19]         Muhammed Seyyid, Medhal, Matbaa-i Amire, İstanbul 1333, s. 262.

Bu konuda geri bildirim bırakın

  • Değerlendirme
X