Şanlı Ecdadımız
Destan hâline gelen İslâm tarihi içinde adalet, merhamet ve civanmertlikleri ile ün salan birçok hânedan –dikkat çeken iki hânedan– vardır ki, bunlar Selçuklular ve Osmanlılardır. Tarihin sayfalarına göz gezdirilince bu iki hânedanın askerî, idarî, içtimâî, siyasî, hukukî ve kültürel bakımdan birbirlerine benzer birçok cihetlerinin olduğu görülür. Kader-i İlâhinin sevki ve fıtrî bir gelişmenin neticesi olarak bu iki hânedanın devlet hâline gelmesi son derece sağlam temeller üzerine bina edilmiştir. Zira bu iki devletin temeli; Mevlânâ,[1] Yûnus Emre,[2] Ahmed Yesevî,[3] Şeyh Edebâli,[4] Dursun Fakih,[5] Hızır Çelebi,[6] Molla Gürânî,[7] Akşemseddin,[8] Kemalpaşazâde[9] ve Zenbilli Ali Efendi[10] gibi nice mânevî sultanların rehberliğinde aşk ile îman, insaf ile adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu mânevî otoritelerin rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde yürütülmüştür.
Evet, bir devleti devlet yapan, onun temelini ve esasını oluşturan, medeniyetin zirvesine çıkaran, sadece askerî ve siyasî gücü değildir.
Samiha Ayverdi Hanımefendi “Türk Tarihi’nde Osmanlı Asırları” adlı eserinde şöyle der:
“Tarihin tâyin ettiği zaman içinde vazifelenmesini istediği bu faziletli soy, mazi mirasının çekirdek hâlindeki kuvvetlerini orijinal bir terkip olarak cihanın karşısına çıkarmak için her şeyden evvel tahtının bir yanına Dursun Fakih gibi bir şeriat temsilcisini, diğer tarafına da Şeyh Edebâli gibi bir mürebbî ve mürşidi almış ve bu iki müşavir kuvvet ortasında fütuhat göklerine kanat açmaya başlamıştır.”
Tarih sahnesinde vazifelerini iftiharla yapan Selçuklular, artık nöbetlerini devretmek üzere idiler. Bu büyük emanet sâhibini arıyor; güneş sanki yeniden doğacağı saati bekliyordu. Ancak ömrünü tamamlamış böyle muhteşem bir devletin dünyadan elini çekmekle, tarih sahnesinden silinmesi mümkün değildir. Zira dünyanın birçok yerinde onların dalga dalga her tarafa yayılmış ilim ve irfan âbidesi olan birçok câmileri, köprüleri, kervansarayları, maddî ve mânevî terakkîye büyük hizmetleri olan ve ilmin ışığını tüm dünyaya saçan medreseleri, milletin hizmetinde olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Bütün bunların izini ve nişanını tarih sahnesinden silip atmak kolay değildir. Selçuklular, bir yandan Haçlı seferlerine karşı savaşırken; bir yandan da ilim, irfan ve sanat adına birçok eser ortaya koymuşlar, bal arısı gibi muhtelif ülkelerden topladıkları farklı çiçeklerden bal yapmasını bilmişlerdir.
Selçuklulardan nöbeti devralacak olan cihan imparatorluğunun yani Osmanlı devletinin kuruluş aşaması çok hayret ve ibret vericidir. Şimdi tarihî seyir içerisinde bu muhteşem imparatorluğun kuruluşuna bir göz atalım.
Mâbetleri, kütüphâneleri, bağ ve bahçeleri yıkıp tarumar eden, çoluk çocuk, kadın ve ihtiyar demeden binlerce masum insanı katleden, zulüm ve fitneden çekinmeyen Cengiz’in şerrinden uzaklaşmak niyetiyle birçok Oğuz Türklerinden olan Kayı boyundan Kaya Alp’ın oğlu Süleyman Şah, dört oğlu ve kabilesi ile beraber kalkarak Horasan bölgesindeki Mahan Ovası’na gelir, burada bir müddet kaldıktan sonra Ahlat’a giderler. Ahlat’ta uzun bir süre kaldıktan sonra, Erzincan civarlarına hicret ederler. Bu ovada da kısa bir süre kalan bu göçerler, Halep yaylalarının çok geniş ve verimli olduğu haberini alınca, Halep’e gitmek üzere hareket ederler. Ne yazık ki Ceber Kalesi önünden Fırat nehrini geçerken atından nehre düşen Süleyman Şah boğulur ve şehit olur. Fırat nehrinin onu ağuş-u ebedîsine[11] alması sonucu meydana gelen bu üzücü hâdiseden sonra, dört oğlundan Gündoğdu ve Sungur Tekin bu seferin kendileri için hayırlı olmayacağı kanaatine vararak vatanlarına geri dönerler. Ertuğrul Gazi ile Dündar Bey dört yüzden fazla aileyle birlikte başka bir yayla arama niyetiyle yola koyulurlar. Bu da kaderin garip bir tecellisidir ki, eğer Süleyman Şah Fırat nehrinde boğulmasaydı hepsi geri döneceklerdi, belki de bu muazzam devlet kurulmayacaktı.
Ahlâkları civanmertlik, sanatları yiğitlik olan bu göçerler, Konya ovasına gelince iki ordunun çarpıştığını görürler. Ertuğrul Gazi savaşan iki orduyu biraz izledikten sonra: “Bize buradan savuşup uzaklaşmak yakışmaz, bu duruma lakayt kalamayız, mağlup olan tarafa yardım etmeliyiz!” diyerek büyük bir âlicenaplık ve hamiyet örneği göstererek mağlup olmak üzere olanların saflarında savaşa katılırlar ve bunların himmet ve kahramanlıkları ile, savaşı kaybetmek üzere olan o ordu gâlip gelir. Allah’ın hikmetine bakın ki, muharebe bittikten sonra gâlip gelen tarafın Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat, mağlup tarafın da şerrinden kaçtıkları Cengiz’in ordusu olduğu anlaşılır. Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat, onların bu âlicenaplıkları ve himmetleri karşısında fevkalade memnun ve mesrur olur ve onlara birçok izzet ve ikramlarda bulunur. Daha sonra kendisinden bir arzularının olup olmadığını sorar ve ne isterlerse verebileceğini söyler. Onlar da kendilerinin göçer olduklarını ve koyunlarını otlatabilecekleri bir yaylanın verilmesini talep ederler. Alaaddin Keykubat da onlara Domaniç yaylalarını ve Söğüt kasabasını bahşeder ve daha sonra bir bayrakla beraber çeşitli hediyeler gönderir.
Domaniç yaylalarına yerleşen bu göçerler, zaman zaman Hıristiyanların saldırılarına uğrar ve onlarla savaşmak mecburiyetinde kalırlar. Nihayet bir Hıristiyan olan Köse Mihâl’in de yardımı ile onları mağlup ederek ilk defa Bilecik’i ele geçirirler. Köse Mihâl, daha sonra Allah’ın inâyeti ile İslâm ile şereflenir. Böylece kader, koyun güden bu göçerlerden o muhteşem devletin kurulmasına zemin hazırlamıştı. Âdeta yatağını bulan su, mecrasına doğru akıyor, kahraman ve âlicenap bir aşiret beyi bu emaneti devralmaya hazırlanıyordu.
Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin müessisi olan Sultan Osman Gazi, Hicri 656 tarihinde dünyaya gelmiştir. Ertuğrul Gazi 680 yılında vefat edince, yirmi dört yaşında yerine geçen Osman Gazi, İnegöl, Bilecik ve Karacahisar’ı fethetti.
Üçüncü Alaaddin Keykubat’ın Gazan Han askerlerinin eline esir düşmesiyle, Selçuklu devletinin yıkılması artık kaçınılmaz oldu. Osman Gazi’nin ismine nispet olunarak kurulan Osmanlı devleti, muhteşem bir imparatorluğa inkılap etti. Selçuklular yıkıldığı zaman on iki küçük beylik vardı. Bunların on bir tanesi zaman içerisinde yıkıldıkları hâlde, Osman Bey’in kurduğu Osmanlı Devleti altı yüz küsur sene şan ve şerefle hüküm sürdü.
Osman Bey’in aşireti, diğer beylikler ile aynı coğrafya, aynı siyaset ve askerlik şartlarının içinde olmasına rağmen, Kocaeli’den başlayıp Bizans hudutlarını ve Türk beyliklerini zorlayarak istikbalde meydana gelecek olan Devleti Âliye-i Osmaniye’nin temellerini atıyordu.
Osman Gazi H. 726 yılında Söğüt kasabasında vefat etti ve oraya defnedildi. Daha sonra Bursa fethedilince Osman Gazi’nin vasiyeti üzerine mübârek naaşı Bursa’ya getirilerek kendisi için hazırlanan Yeşil Türbe’ye defnedildi. Söğüt’te bulunan kabrinin yeri günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Nitekim vefatından bugüne kadar her yıl etraftaki yörükler tarafından büyük kazanlarda pişirilen pilavlar misafirlere ikram edilir ve böylece Osman Gazi, ölümünün yıl dönümünde yâd edilir. İnşaallah bu hâl kıyâmete kadar da devam edecektir.
Hakkı müdafaa ve haksızlıkları bertaraf etmek için onların bir elinde kılıç, diğer elinde de hikmet ve adalet vardı. Dehâları ve himmetleriyle medeniyet ve insâniyet nâmına binlerce âsar-ı âliyeyi[12] vücuda getiren şanlı ecdadımız, kıyâmete kadar payidar olacaktır ve olmaya da layıktır.
Burada şu ibretli vakayı anlatmadan geçemeyeceğim:
Osmangazi daha genç iken, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) neslinden gelen Şeyh Edebâli’ye misafir olur. Gece istirahat için kendisine ayrılan odanın duvarında asılı olan Kur’ân-ı Kerim’i görünce: “Ben bu Allah kelamının olduğu yerde nasıl yatarım!” diyerek, ona hürmeten sabaha kadar Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunur. Sabaha yakın yorgunluktan gözleri kapanınca şöyle bir rüya görür: Bir ses ona şöyle der:
“Mademki sen Kur’ân-ı Kerim’e hürmet ettin, senin evlatların da nesilden nesile şan ve şerefe nail olsun ve insanlar arasında hürmet görsünler.”
Bu durum sadece bir geceye has değildir. Zira Osman Bey, hayatı boyunca Kur’ân’ın emirlerine imtisal etmiş ve onun ulvî hakikatlerini kendine rehber etmiştir.
“Dört yüz çadırlık bir aşiretin” Orta Asya’nın uçsuz bucaksız ve geçit vermeyen dağlarını aşarak Anadolu’nun yaylalarına yerleşip kısa bir zamanda küçük bir beylikten büyük bir imparatorluk hâline gelerek ismini tarihe altın harflerle yazdırması sadece maddî güçle olmamıştır. Osmanlıyı bu derece kudretli ve haşmetli yapan ulviyetin sırrı; onların kalplerinde Allah korkusunun mevcudiyeti, Kur’ân’a karşı nihayetsiz derecede merbûtiyetleri[13] ve onun nûrunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmesi, mânevî bir güç olan İslâmiyet’e sımsıkı sarılmaları, âlimlere karşı son derece hürmet göstermeleri, örf, âdet ve mukaddesata bağlılıklarıdır.
Bediüzzaman Hazretleri de ecdadımızı şu ifadeleriyle meth-ü senâ etmektedir:
“Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı ilan etmişsiniz. Millîyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı[14] def ettiniz. Taa
فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ يُجَاهِدُونَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍ
“…Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.”[15] âyetine güzel bir mâsadak[16] oldunuz.”[17]
Evet, Osman Gazi beyliğin başına geçtiği zaman, etrafı Şeyh Edebâli, Şeyh Mahmud, Ahî Şemsüddin, Dursun Fakih, Kasım Karahisarî, Şeyh Muhlis Karamanî ve Elvan Çelebi gibi ilim ve irfan sâhibi olan gönül sultanları tarafından sarılmış ve devlet mânevî bir temel üzerine bina edilmiştir. İslâm fıkhına derin bir vukufiyeti olan Dursun Fakih Osmanlı kadısı olarak tâyin edilmiş, fetva ve dâvâ işlerine bakmaya başlamış ve böylece Osmanlının ilmiye ve hukuk sisteminin temeli atılmıştır. Diğer taraftan Osmanlı devletinin mânevî önderi olarak kabul edilen ve tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş olan Şeyh Edebâli’nin de devletin yapılanmasında büyük hizmetleri ve gayretleri olmuştur.
Birçok kaynaklarda 1206 yılında Karaman’da dünyaya geldiği söylenen Şeyh Edebâli, ilmini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslâm hukuku alanında derin bir bilgiye sâhip olan Edebâli, 1326 tarihinde Bilecik’te vefat etmiştir.
Evet, Osman Gazi âlimlere karşı son derece hürmetkâr davranmış, çocuklarına İslâm âlimlerine hürmet etmelerini, onlara her türlü konuda yardımcı olmalarını ve her işlerinde onlarla meşveret etmelerini tavsiye etmiştir. Onun bu vasiyetine layıkıyla uyan bütün Osmanlı sultanları da, âlimlere son derece hürmetkâr davranmış, fethettikleri yerlerde câmi, medrese, zâviye, imarethâne, dârülkurrâ[18] ve türbeler yaptırmışlardır. O büyük ve müstesna âlimler de İslâmiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye edip, ruhlara inkişaf ve akıllara istikamet vererek nice insanların irşadına vesile olmuşlardır.
Osman Gazi, son derece dindar, adaletli, cömert, hikmet sâhibi ve takvâ ehli idi. Siyasette ve harp sanatında gayet mâhir olan Osman Gazi, fevkalade şecaatli, cesur ve dirâyetli biri idi. Aynı zamanda kanaatkâr ve dünya câzibesine aldanmayan müstesna bir kişi idi. Onun bu hasletlerini düşmanları bile tasdik ve itiraf ederdi. Âhirete irtihâl ettiği zaman bıraktığı miras, ancak fakir bir ailenin sâhip olabileceği miktar kadar idi.
Osman Bey, başta oğulları olmak üzere, bütün erlerine, adalet ve insaf dersi vermekten geri durmazdı. Devleti oğlu Orhan Bey’e bıraktığı zaman: “Dinimizin şânını koru… Tuttuğumuz yolu boş bir cenk yolu sanma!” diyerek, ona en büyük vazifesini hatırlatmış oluyordu.
Osman Bey Selçuklulardan devraldıkları saltanat ve istiklâl, onların kahramanlıklarının yanında, Allah’ın emirlerine imtisal ve kul hakkına göstermiş oldukları titizlikten dolayı asırlarca ihtişamını sürdürmüştür.
Osman Bey’in mânevî mürşidi olan Edebâli: “Sen ve senin zürriyetin, yeryüzüne hâkim olacak bir devlet kuracaksınız.” dedikten sonra, genç aşiret beyine kendi kızını vermek sûretiyle onun o meşhur rüyasını fiilen de tâbir etmiş oluyordu.
Garplı tarihçilerden Gibbon,[19] Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda, devletin kurucusu Osman Bey’den bahsederken söylediği şu sözler çok dikkat çekicidir:
“Osman etrafını teshir[20] eden bir şahsiyetti. Öyle bir şahsiyet ki, kendisine rekabet edecek olanlar veya üstün bulunanlar bile maiyetinde seve seve hizmet ederlerdi. Birçok orta kırattaki kimselerin yaptıkları gibi, rakiplerini aradan çıkarmak ve etrafına yalnız kendisinden aşağı sîmâları toplamak sûretiyle üstünlüğünü meydana vurmak ihtiyacını duymazdı. Gerek kendini, gerek başkalarını inzibat altında tutmayı bilirdi. Bir bina kurucu, ancak binasından belli olur.”[21]
Evet, Selçuklulardan sonra asırlarca her yerde İslâm’ın ve Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan, millîyetlerini İslâmiyet’e kale ve siper eden, tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları hâlde, Kur’ân’dan aldıkları îman ve feyiz ile başka din mensuplarının mâbetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır. Bernard Lewis[22] şöyle der:
“Osmanlı, İslâm konusunda öylesine samimiydi ki, âdeta kendi varlığını İslâm’la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, Memâlik-i İslâmiye[23] idi, hükümdarın adı pâdişah-ı İslâm’dı, ordusunun adı asâkir-i İslâm’dı,[24] din adamlarının adı Şeyhülislâm’dı.”[25]
Hem mesela; Araplara asırlar boyunca hâkim oldukları hâlde onların örf ve âdetlerine müdâhale etmedikleri gibi, her sene bütçeden pay ayırarak ‘Surre alayları’ ile özellikle Mekke ve Medine’ye yardımda bulunmuş ve onlara hizmet etmişlerdir. Bütün bunlar tarihle sâbittir.
Osmanlılar bir taraftan savaşırlarken, diğer taraftan da maarif ve ilimde ilerlediler. Medreselerde insanları cehâletten kurtarıp, İslâm dinini hakkıyla anlatan ilim ve irfan erbabı binlerce âlim yetiştirdikleri gibi, tekke ve hangâhlarda ise; milleti tenvir ve irşad eden birçok mürşitler yetiştirdiler. Bununla birlikte başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde azamî bir gayret ile birçok şehirde haşmetli ve müzeyyen câmiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşâ ettiler, asırlar boyunca dünyada eşine rastlanmayan, her yönüyle mükemmel bir medeniyet kurdular.
Yine, dört yüz yıl Osmanlıların hâkimiyetleri altında bulunan Balkanlarda da ciddi mânâda hiçbir terör ve anarşi hâdisesine meydan verilmemiş, onların huzur ve âsâyişleri sağlanmış, mâbetlerine, örflerine ve yaşantılarına asla müdâhale edilmemiştir.
Hâlbuki fetihten evvel insanların zulüm altında inim inim inledikleri tarihçe sâbittir. Şark ve Garp’ta büyük fütuhatlar ile gittikleri yerlere adalet, ilim, ahlâk ve şefkat gibi güzel meziyetler götüren Osmanlılar, orada yaşayanların kalp ve vicdanlarını da fethetmişler ve bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuşlardır. Issız sahraları ve geçit vermez çölleri aşarak eşsiz bir medeniyet vücuda getiren, cehâlet ve zulümat dikenlerini ortadan kaldırarak yerine, mârifet ve adalet çiçekleri eken ecdadımız, başta Bosna Hersek olmak üzere o bölgelerde medrese, câmi ve köprü gibi birçok eserler inşâ etmişlerdir.
Birinci Cihan Harbinden sonra, o topraklar elimizden çıkmasına rağmen, oralarda yaşayan halkın Osmanlıları hâlâ büyük iştiyak ve hasretle andıklarını büyük bir memnuniyetle duymaktayız. Ayrıca Trablusgarp’daki Cezayirlilerin boyunlarına muska diye Osmanlı parası taktıkları bilinen bir hakikattir.
16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gelişmesini engellemek için Türk orduları ile savaşmış ve bundan dolayı Katolik Avrupa tarafından kendisine “Hıristiyanlığın şövalyesi” unvanı verilmiş olan Boğdan Beyi Büyük Stefan[26] ölüm döşeğinde, evlatlarına şu ibretli nasihati yapmıştır:
“Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus’a yanaşmayın, onlar sizi yok ederler. Kendinizi Osmanlılara emanet edin, onlar âdil ve merhametlidirler.”
Osmanlı devletinde milliyet, cins, zümre yahut din farkı gözetmeden herkesin eşit olduğu bir adalet anlayışı vardır. Bu adaletin sadece insanlara has olmayıp, kurda, kuşa, toprağa ve suya şâmil bulunduğunu ve bu yüzden Osmanlı kanunnamelerinde:
“…ve ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler. At, katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve ağır yük urmayalar, zira dilsüz canavardurlar, her kangısında eksük bulunur ise sâhibine tamam itdüre, eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline ve hammallar ağır yük urmayalar, mütearef[27] üzere ola…” diye hükümler konularak, bu meselenin beygirin sakat ayağından eşeğin semerine kadar gözden uzak tutulmadığı detaylarıyla yazılmıştır.
Bizler de o şanlı ecdadın torunları olarak, şan ve şerefle yaşamak, madden ve mânen terakkî etmek istiyorsak, onları yücelten ruh ve mânâyı ferdî ve içtimâî hayatımıza tatbik etmek mecburiyetindeyiz.
Bu vasıflar sayesindedir ki, Osmanlılar altı asır boyunca dünyaya hâkim olmuş ve hükmetmişlerdir. Adalet mekânizmasını tam olarak işletmişler, bayrağı altındaki muhtelif kavimlerin aralarında adalet ve eşitlik esaslarını korumaya gayret göstermişlerdir. Bu adalet sayesinde kuvvet ve kudret kazanmışlar, hoşgörüde insanlık âlemine numune olmuşlardır. Osmanlılarda en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin, huzur-u mehâkimde[28] müsavi olduğu tarihle sâbittir. Onlar bu sayede cihanşümul bir devlet olmuşlardır. Fethettikleri ülkelere sevgi, barış ve huzur götürmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in:
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّامٖينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰ
“Ey îman edenler! Âdil şâhitler olarak Allah için hakkı ayakta tutun…”[29] âyetini kendilerine rehber etmişler, savaş zamanlarında bile adaletten ayrılmamış, düşmanlarına karşı merhametle davranmışlardır. Bu merhametli davranış sayesinde insanların kalplerinde muhabbete dayalı hâkimiyetlerini devam ettirmişler. Böylece cihanı kucaklayan şevket ve saltanatları bütün haşmet ve şaşaasıyla asırlarca devam etmiştir. Yakın tarihimizde vuku bulan Çanakkale Savaşı’nda âlicenap askerlerimizin kendilerini öldürmeye çalışan düşman askerlerini esir ettiklerinde, onlara karşı gösterdikleri muameleler de bunun en büyük şâhididir.
Tarih yapraklarını çevirip ibretle atf-ı nazar edersek, ecdadımızın insanlığa ettikleri maddî ve mânevî hizmetler ile başta Asya olmak üzere fethettikleri yerleri nizam altına alarak ilim ve mârifet ile süslendirdiklerini görürüz.
Osmanlı Kanunnâmeleri, İslâm hukukunun temeline dayanmakla beraber, devletin işlerini tanzim eden bu kanunlar, millî ve mânevî esaslar ile beraber yürümüştür.
Mâzisi derin, tarihi şanlı ve ihtişamlı ve nice ulvî meziyetlerle dolu olan bu muhteşem devlet-i âliye-i Osmaniye ile ne kadar iftihar etsek azdır. Burada bir hatıramı nakletmek isterim:
1976 yılında hacca gitmiştim. Cidde radyosunda çalışan Avukat Bekir Berk’i ziyaret etmek için, Abdulkadir Badıllı, Ahmed Apay ve Hacı İshak Efendi ile beraber radyo binasına gittik. Görevliler, Bekir Berk’le görüşebilmemiz için Müdür Bey’den izin almamız gerektiğini söylediler. Biz de izin almak için müdür beyin yanına gittik. Müdür bey bizi içeri buyur etti ve ziyaret sebebimizi sordu. Bekir Bey’i görmek istediğimizi söyleyince hemen Bekir Bey’e haber gönderdi. Uzun bir muhabbetten sonra konuştuğumuz mevzu gereği müdür bey, Fâtih Sultan Mehmed’i medh ü senâ ettikten sonra şöyle dedi:
“İslâmiyet her ne kadar Mekke ve Medine’de nâzil oldu ise de, onun dünyaya yayılmasını, layıkıyla sizin ecdadınız yaptı. Böylece Peygamber Efendimizin (s.a.v): “Elbette İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel asker.”[30] müjdesine sizin ecdadınız mazhar oldu.”
Ertesi gün Hacı İshak Efendi ile beraber Arafat’a gitmek üzere bir taksiye bindik. Ben taksi şoförüne iltifat için: “Siz Araplar vaktiyle dünyanın efendisi idiniz.” dedim. Şoför benim bu sözlerime itiraz ederek celalli bir şekilde şöyle dedi:
“Hayır hayır! Asıl efendi ilim, irfan ve adaletleriyle İslâmiyet’e büyük hizmetler yapan ve onun ulvî hakikatlerini dünyanın dört bir yanına götüren sizin ecdadınızdır.” Şoförün bu sözlerinden ziyâdesiyle memnun ve mesrur oldum ve yanımda bulunan Hacı İshak Efendi’ye dönerek şöyle dedim: “Dikkat ettiniz mi; makam sâhibi olanı da, şoförü de aynı şeyi söylüyor.”
Evet, ilim ve irfanlarıyla insanlık âlemini ihyâ ve irşat ederek insanları derin gaflet uykusundan uyandıran ve cihanda ebede kadar sönmeyecek bir şule-i mârifet yakan Geylânîler, Şâh-ı Nakşibendîler, Yesevîler, Gazâlîler, Rufâîler, Taftazanîler, Mevlânâlar ve Fahreddin Râzîler de Osmanlı devletinin mânevî teşekkülünde rehber aldığı müstesna şahsiyetlerdir. İ’lâ-yı kelimetullah gibi mukaddes bir dâvâ uğruna büyük bir aşk ve şevkle meydan-ı mübârezeye[31] atılan Saltuk Beyler, Bâburşahlar, Tuğrul Beyler, Gündüz Alpler, Alparslanlar ve Harzemşahlar gibi nice cihanbaha kahramanlar Türkistan’ın yâdigârıdırlar.
Hem İslâmiyet’i hakkıyla ders veren, insanları cehâletin taassubundan kurtaran, hurâfâtın karanlık gecelerinden, ilim ve irfan sabahına çıkaran, Anadolu’yu harekete getiren ve bereketlendiren Horasan er ve erenleri ve Mâveraünnehir ulemâsı o bereketli toprakların meyvesidir.
Milletini evc-i kemalâta,[32] fazilet ve mârifete îsal etmiş, parlaklıkta güneşe rekabet edecek kadar füyuzat-ı ilâhiyeye[33] mazhar olmuş ve âlemin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği bu müstesna şahsiyetler, bu nevvar dimağlar ve âteşin[34] ruhlu kahramanlar kıyâmete kadar şâyân-ı takdir ve hürmetle yâd edilecektir.
Hem yine irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan o Semerkant âriflerinin, Buhara mürşitlerinin, Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekkelerinde ve zâviyelerinde nice müstesna şahsiyetler yetişmiş ve bunlar Osmanlının rûhunda derin izler bırakmıştırlar.
Evet, yukarıda zikredilen kişilerin izinden giden ecdadımız büyük bir şevk ile Kur’ân’a sarılmış, din-i İslâm’ı akıl ve mantığın mizanıyla tetkik ve tahkik etmişlerdir. Onlar İslâm dininin bütün beşeri hayır ve saadete, vahdet ve uhuvvete dâvet eden bir din-i fıtrî ve umumî olduğunu yakînen anlamışlar, vifak[35] ve ittihadı, nezâhet[36] ve nezâfeti,[37] hürriyet ve adaleti, şefkat ve merhameti, mürüvvet ve ihsanı onda görmüşler ve bu sayede nice fütuhatlar yapmışlardır.
Eğer bizler de ecdadımız gibi İslâmiyet’in kudsî ve ulvî hakikatlerini dünyanın dört bir yanına yaymak istiyor ve bu mukaddes vazifeyi hakkıyla îfâ etmek istiyorsak, Kur’ân’ın hükümlerini ve sünnet-i seniyeyi ferdî ve içtimâî hayatımıza hâkim kılmamız lazımdır.
Hidâyet ufkundan doğup dalalet ve sefâhat karanlığını aydınlatan güneş gibi, Osmanlılar da adalet, şefkat ve merhamet gibi ulvî meziyetleriyle zulüm karanlıklarını izale ettiler. İşte o zaman ikbal sabahının ilk huzmeleri, devlet hilalinin ilk ışıkları cihanı kapladı. Zaman da onların sayesinde bereketlendi ve parladı. Başta Osman Bey olmak üzere Osmanlı soyunun yıldızlarla süslü kubbesinde, cihanı aydınlatan bu güneş, nice ülkeleri îman, ahlâk, fazilet ve adalet ile ziyâlandırdı. Hakkı koruyan ve dinin ulvî hakikatlerini kendilerine rehber edinen Osmanlı pâdişahları, fethettikleri yerlerde güven ve adaletin temsilcisi oldular ve zulmün ve fenalıkların kapısına kilit vurdular. Dinin ve îmanın saf akçelerini, irfanın parlak incilerini insanlık âlemine kazandırmak için asırlarca cihat ettiler.
Osmanlı pâdişahları ki, cihanı koruyan adaleti kendilerine gaye edinmiş ve bu sayede huzur ve güveni sağlamışlardır. Zira onlar, adalet güllerini her dem taze tutmuşlardır. Şeriatın parlak pınarı onların gayretleri sayesinde asırlarca şarıl şarıl akmıştır. İslâm’ın sağlam kalesinde gedik ve delikler açılmasına fırsat vermemişler, onu sağlam bir şekilde korumayı başarmışlardır. Sancakları üzerine:
وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِۙ
“Zafer ve yardım ancak Azîz ve Hakîm olan Allah katındandır.”[38] âyetini yazmışlardır. Zafer âyetleriyle süslü olan bu sancak, cihanın birçok yerinde asırlarca şan ve şerefle dalgalanmıştır. Takvâ ve istikametle süslenen hilafet ve saltanatları, adalet güneşiyle ışıklandırılmıştır. Onların adalet rüzgârları cihanı kaplamış ve kerem çeşmeleri insanlık için emel pınarları olmuştu. Mârifet güneşi, onların gönül bahçesini güllük ve gülistanlık etmişti. Vakar, azim, sebat, sabır, celâdet,[39] cesaret, şecaat ve mârifet gibi ulvî cevherler onlarda cem olmuştu.
Bütün bu saltanat ve ihtişama rağmen, her şeyden ibret ve hisse almasını bilen pâdişahlar, bu fâni dünyanın geçici güzelliklerine aldanmadılar. Her doğuşun arkasından bir batışın, her yücelikten sonra bir çöküşün olacağını çok iyi idrak ettiler.
Osmanlı sultanlarının her birisi, yapmış oldukları maddî ve mânevî hizmetleri yanında birçok meziyetler ile de gelecek nesillere örnek olacak müstesna şahsiyetlerdir.
Evet, Sultan Bayezid-i Velî’nin salâhat ve takvâsı, Murad Hüdavendigâr’ın şecaati ve ince basireti, Şark ve Garb’ın hükümdarlarına ve prenslerine istinadgâh noktası olan Kanuni Sultan Süleyman’ın dünyaya parmak ısırtan fütuhatı, daha yirmi yaşlarında iken İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in (s.a.v) hadîsine mazhar olan Fâtih Sultan Mehmed’in kahramanlığı ve Sultan Abdulhamid’in siyasî dehâsı. Onları hayırla yâd etmek, insanî ve vicdanî bir vazifedir.
Cenâb-ı Hak cümlesinin kabrini pür nûr eylesin ve onları cennet-i âlâda cemetsin! Âmin…
[1] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273), Mevleviyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, âlim ve şair.
[2] Yûnus Emre (ö. 720/1320), Mutasavvıf Türk şairi.
[3] Ahmed Yesevî (ö. 562/1166), Orta Asya Türkleri’nin dinî-tasavvufî hayatında geniş tesirler icra eden ve “pîr-i Türkistan” diye anılan mutasavvıf, şair, Yeseviyye tarikatının kurucusu.
[4] Şeyh Edebâli (ö. 726/1326), İlk Osmanlı kadısı ve mutasavvıf.
[5] Dursun Fakih (ö. 726/1326’dan sonra), Osman Gazi adına ilk hutbeyi okuyan kadı, âlim ve şair.
[6] Hızır Çelebi (ö. 863/1459), Osmanlı âlimi, İstanbul’un ilk kadısı.
[7] Molla Gürânî (ö. 893/1488), Osmanlı âlimi ve müftüsü.
[8] Akşemseddin (ö. 863/1459), Fâtih’in hocası, mutasavvıf, âlim, tabip ve şair.
[9] Kemalpaşazâde Ahmed Şemseddin Efendi (ö. 940/1534), Osmanlı şeyhülislâmı ve tarihçisi.
[10] Zenbilli Ali Efendi (ö. 932/1526), Osmanlı müftüsü ve âlimi.
[11] Ağuş-u ebedî: Sonsuz, ebedî kucak.
[12] Âsar-ı âliye: Yüce eserler.
[13] Merbûtiyet: Merbut olma durumu, bağlılık.
[14] Tehâcümât: Hücumlar.
[15] Mâide, 5/54.
[16] Mâsadak: Bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı.
[17] Nursî, Mektubat, s. 356.
[18] Dârülkurrâ: Medreselerin, Kur’ân-ı Kerîm’i kırâat ilmi üzere, yani belli usûl ve kurallara göre okuyan hâfızları yetiştiren ve dârü’l-huffazdan daha yüksek olan bölümü.
[19] Edward Gibbon (1737-1794) İngiliz tarihçisi ve siyaset adamı.
[20] Teshir: Kuvvetli bir tesirle kendine bağlama, büyülenmiş duruma getirme.
[21] Herbert Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu (Çev. Bülent Arı), İstanbul 1998.
[22] Bernard Lewis (1916 – 2018), İngiliz asıllı Amerikalı tarihçi.
[23] Memâlik-i İslâmiye: Müslüman toprakları, memleketleri.
[24] Asâkir-i İslâm: İslâm askerleri.
[25] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: Metin Kıratlı), Ankara 1993.
[26] Boğdanlı Stefan ya da 3. Stefan (1433-1504).
[27] Mütearef: Örf.
[28] Huzur-u mehâkim: Mahkemelerin önünde durma.
[29] Nisâ, 4/135.
[30] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1985, 4/335; Buhârî, Tarihu’l-Kebîr, 1/81; Târihu’s-Sagîr, 1/341; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 2/24.
[31] Meydan-ı mübâreze: Mücadele meydanı, çarpışma yeri.
[32] Evc-i kemalât: Mükemmelliklerin en üst derecesi.
[33] Füyuzat-ı ilâhiye: İlâhi feyizler.
[34] Âteşin: Coşkun, heyecanlı.
[35] Vifak: Aynı düşüncede, aynı fikirde olma, muvâfakat, mutâbakat.
[36] Nezâhet: Ahlâk temizliği, temizlik, saflık.
[37] Nezâfet: Temizlik, paklık.
[38] Âl-i İmrân, 3/126.
[39] Celâdet: Boyun eğilmemesi gereken yerde gösterilen şuurlu cesâret, yüreklilik, yiğitlik.

Bu konuda geri bildirim bırakın