İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim

Tarih Şuuru ve Ehemmiyeti

Tarih Şuuru ve Ehemmiyeti

İnsanlar geçmiş zamanın hatıratı ile, zaman zaman neşe-yâb[1] olduğu gibi, milletler de mâzinin irfan ve şeametini yâd ederek maddî ve mânevî hayatlarını inkişaf ettirirler. Tarih mâzinin derinliklerindeki hâdiseleri yansıtan büyük bir hazinedir. İnsan, milletlerin sergüzeşt-i hayatlarını, beşerî kültür ve medeniyetlerin cereyan ve inkişaf tarzlarını açık bir sûrette tarihin sayfalarından okuyabilir. Zira zihinler nisyan ile malul olsa da, hakikatler tarihin yapraklarındadır. Buna binaen tarihin, her millet için pek büyük bir ehemmiyeti vardır. Husûsen, mâzisi derin, ihtişamlı ve insanî meziyetlerle dolu bu millet, tarihinden ayrı düşünülemez.

Ebed müddet yaşamak arzu ve gayretinde olan yüksek seviyeli, akl-ı selim sâhibi ve millî şuurla âlûde[2] bir milletin tarihini yaşatması, onun için hayatî bir vecibedir. Milletlerin intibah ve inkişafında mâzilerinin pek büyük bir tesiri olduğu şüpheden vârestedir. Evet, zaman-ı mâzi müstakbel tohumlarının ambarı ve şuunatının aynası olduğu gibi, zaman-ı müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır. Bu gayet ehemmiyetli bir hakikattir.

Binaenaleyh, tarihte güzide eserler meydana getiren bir millet, ebediyen yaşamaya layıktır. Husûsen, dehâlarıyla ve himmetleriyle medeniyet ve insaniyet nâmına yüzlerce, binlerce âsar-ı âliyeyi vücuda getiren milletimiz, kıyâmete kadar payidar olmaya ve mazhar-ı takdire layıktır. Millet olarak, daima teâlî ve terakkî etmek için, ecdadımızın sergüzeşt-i hayatını, husûsen, mukaddesata hürmet ve muhabbetini inceden inceye araştırıp tahlil etmemiz icap eder. Zira ecdadımız, örf, âdet ve mukaddesatına itina ve itibar göstermekle terakkî etmiştir.

Rûhunda sarsılmaz bir îman, bünyesinde lâyemut[3] bir irade-i hayat taşıyan milletler, hiçbir vakit ve hiçbir sûretle ölmez ve öldürülemez. Evet, en müthiş fitnelere, desiselere, adavetlere ve sadmelere rağmen, bu millet, lâyemut bir azim ile örfüne, tarihine, mukaddesatına sâhip çıkarak, eğilmez, yüce dağlar gibi ayakta kalmayı başarmıştır.

Bin seneden beri İslâmiyet ve insaniyete kemâliyle hizmet eden şu asilzâde millet, kolay kolay özünden, cevherinden uzaklaşmamış, aslına bağlılıktan vazgeçmemiş ve geçmez de…

Tanzimat’tan bu yana çeşitli hile ve desiselerle milletimizi bu ruhtan, bu cevherden, bu merkezden uzaklaştırmak için büyük gayretler gösterildi. Bu hile ve desiseler neticesinde, bu milleti kısmen de olsa merkezinden uzaklaştırdılar, fakat yörüngesinden çıkaramadılar. Zira bugünkü nesil, bu tehlike ve desiselere karşı çok daha uyanık ve dikkatlidir. Artık yabancı kültürlere peyk[4] olmaktan kurtulup, kendi öz mihverinde hareket etme zaruretini idrak etmiştir. Zaten mesele, gençlerimizin hamiyet-i diniye ve millîye ile intibâhıdır. Ancak bu sayede istikbâle endişesiz bakılabilir.

Silkinip kendine dönme, derlenip toparlanma şuuru bu milletin çekirdeğinde mevcuttur. Tarihte Selçuklu hânedanının izmihlalinin akabinde Osmanlı hânedanının hemen ihyâsı onun en bâriz şâhididir.

Dâhilî ve haricî rüzgârların tesiriyle Selçuklu hânedanının âhengi sarsıldı, nizamı bozuldu ve neticede hânedan çözüldü. Fakat hânelerin aile ocaklarının bünyesi sağlamdı. Âhengi, nizamı yerinde idi, fertler salabetliydi, faziletliydi… Rûhlarında cihanşümul bir İslâm Devleti ideali hâkimdi. Bu yüzden Selçuklu saltanatı çözülür çözülmez, hemen yerine küçük bir beylikten koca Osmanlı saltanatını çıkardılar ve asırlarca ihtişamlarını sürdürdüler.

Burada ehemmiyetli bir sual akla gelmektedir. Acaba bunların ruhlarına bu şevki, bu enerjiyi kimler üfledi? Belli ki bu iş mahdut düşüncelerin işi değildi! Bu teşebbüs fikrini nereden aldılar? Yetmiş iki milleti bir pota içerisinde eritip, pişirip terbiye eden ve devletler arasında en yüksek seviyeye çıkaran, asırlarca üç kıtada at koşturan bir devlet-i âliyeyi nasıl ihyâ ettiler?

Cenâb-ı Hak, rahmetinin muktezası olarak Anadolu’ya; Mevlânalar, Edebâliler, Yûnuslar gibi nice nice erenler, nice necip sîmâlar, ziyâdar mürşitler, hârikulâde zekâya sâhip âli himmet gayyur mütefekkirler ihsan etti. İşte bu âlicenap zâtlar, milletin mânevî mimarları ve rehberleri oldular. Bunlar, tarihimizin semâsında üful etmeyen fazilet yıldızlarıdır. Tarihimiz, bunlar sayesinde Avrupa ve Amerika gibi milletlerin mâzisine nasip olmayan seciyeli ve seviyeli bir şeref kazanmıştır. Amerika henüz keşfedilmemişken, Ruslar canavarlar gibi birbirine saldırırken, Avrupa cehâlet sisi altında, zulüm ve vahşetin cehenneminde kavrulurken, ecdadımız hikmet ve adaletin, ilim ve irfanın, şan ve şerefin şâhikasındaydı… İftiharımıza vesile olan böyle fazilet âbideleri eğer Avrupa milletlerinin tarihinde olsaydı, emin olunuz ki, onları altın harflerle yazar, yıldızlar kadar levhalar yapar, semâlara kadar yükseltirlerdi. Hamiyet-i diniye ve millîye sâhibi bir edibimiz Avrupalının bu hissiyatına tercüman olma sadedinde: “…bir ingiliz vatandaşına Shakespeare’i İngiliz edebiyatından silmeye karşılık altın kaynağı Hindistan’ın tekrar geri verilmesini teklif etseler, bunun kesinlikle reddedileceğini…” ifade ediyor.

Maalesef bizde ise, tarihimizin semâsında celâdetiyle, irfan ve îmânıyla parıldayan nice fazilet güneşleri nisyan bulutlarıyla perdelenmiştir. Bu perdeleri kaldırmak, zulümatlı bulutları dağıtmak, bizim için dinî ve millî bir vazifedir. Taa ki mâzinin ihtişamını, meziyetlerini bütün berraklığıyla gösterelim, yaprak yaprak okutalım, nesl-i cedide onu tarihin sâdık lisanıyla anlatalım… Ancak böyle şanlı tarihimizin hakkını yeniden iade etmiş oluruz. Onun hakkını vermeden, onun zevkini tam yaşamadan yalnız bugünün zevk ve neşesini hissedip duymak milletimizi ebed müddet yaşatamaz. Allah (c.c) korusun, şu devlet; milleti millet yapan değerlerden koparsa, mevcudiyet ve bekasını, vahdet ve istikrarını muhafaza edemez. Tarih şâhittir ki, ecdadımız ne zaman dinine, diline, örf ve âdetlerine temessük etmişse terakkî etmiştir. Kendi ruh ve kabiliyetine münasip olmayan kültür, örf ve âdetler bu milletin bünyesini tamirden ziyâde tahrip eder, tezelzüle[5] uğratır.

Milletimiz için diğer bir tehlike, tarihiyle arasında rûhî ve hissî bir uçurumun bulunmasıdır. İstikbal ancak bu uçurumun süratle doldurulup hatt-ı muvasalanın[6] temin edilmesiyle garantiye alınabilir. Bu uçurumun dolması için, hayatını, dinine ve milletine vakfedecek, bütün kıymetli mefhumların ve meziyetlerin kaynağı olan tahkikî îmana sâhip, iradeli, iffetli, âli seciyeli, mâzi ile hâlin muhasebesini yapacak, dirâyetli, münevver bir neslin yetiştirilmesi lazımdır. Taa ki kaybettiğimiz cevheri; ilmin, irfanın ışığında arayıp bulalım. En sağlam, en emin ve en metin yol bu olsa gerektir. Elbette bir millet için ilimde, irfanda teceddüt[7] etmek, medeniyeti geliştirmek zaruridir. Fakat bu teceddüt ihtiyacı o milleti rûhundan koparmamak, ona mâzisini, tarihini unutturmamak şartıyla fayda verir. Selametli, emniyetli yol, ecdadın rûhunu tahlil, seciyesini tetkik ederek, bunu vicdan-ı millîye mal etmek, halkı bu noktada tenvir ve irşad ederek teceddüde adım atmaktır.

Bir milleti muhafaza eden ve onu diğer milletlerden ayıran, o milletin inancı, örfü ve âdetleridir. Bir Yahudi, bir İngiliz yahut bir Japon dünyanın neresinde olursa olsun kendi milletinin inanç, örf ve âdetlerine bağlı olarak yaşar. Milleti gibi düşünür, onun gibi yer, içer, giyinir, kuşanır. Millî ahlâk ve seciyelerini aynen muhafaza eder. Bir millet için en korkunç şey, mağlubiyet veya mahkûmiyet değil, kendi mukaddes değerlerinden uzaklaşarak başkasının kültürüne, örf ve an’ânesine tâbi olmasıdır. Çünkü mağlubiyet, mahkûmiyet gibi musibetler muvakkattir. Dün, mağlup ve mahkûm olan bir millet, mukaddes değerlerini kaybetmediği takdirde, bugün gâlip ve hâkim olabilir. Bir zaman sukut etse de, daha sonra suud[8] edebilir, inhitat[9] şevkete,[10] zillet izzete döner. Müthiş ve korkunç felaketler içinde inkıraza,[11] inhizama[12] mahkûm olan milletlerin îman ve mukaddesatlarına bağlılıkları sayesinde dirildiği, mağlup iken gâlip, mahkûm iken hâkim olduklarını gösteren nice misaller tarihte mevcuttur.

Bugün hepimize düşen ortak vazife, cihana nümune-i fazilet olan asil milletimizin tarihine, şahsiyet-i mâneviyesine, irfanına, inancına, örfüne, âdetine hürmet etmek ve onu yaşayıp yaşatmaktır. Buna hem dinen, hem de vicdanen mecburuz. Evet, bu sadece bir vecibe-i îman ve vicdan değil, belki bir vecibe-i insaniyedir. Eğer biz dört başı mamur, sağlam, şerefli ve haysiyetli bir hayatla ebediyen yaşamak istiyorsak, tarihimizden, ecdadımızdan bize miras kalan şu maddi ve mânevî hazinelerden azami derecede istifade etmek mecburiyetindeyiz. Cidden şu necip milletin sergüzeşt-i hayatı haşmetli, şerefli ve zevkli menkıbelerle dolup taşmaktadır. Bunlar kıyâmete kadar söylenip yazılsa bitmez denilse sezâdır. Fakat maalesef bu hazinelerin kapıları kapalıdır, gizlidir, mesturdur. Bu hazinelere müracaat etmek ve kapılarını açmak şu millet için zaruri bir ihtiyaçtır. Milletin bu zaruri ihtiyacını temin etmek, kapalı kapıları açmak, hazineleri ortaya çıkarmak da bu milletin eğitimcilerinin, idarecilerinin, rehberlerinin vazifesidir. Bu millî ve dinî vazifeyi yerine getirmeyip de sadece hamiyetten, âlicenaplıktan, milliyetperverlikten dem vurmak abestir, mânâsızdır.

Malumdur ki, tarih bir milletin mihengidir, mizanıdır, bir mukayese unsurudur. Hangi sebepler ile yükselip zirveye çıktığımız ve yine hangi sebeplerle gerileyip sukut ettiğimizi fehmetmek için tarihe vukufiyet şarttır. Bu nokta-i nazardan tarihimiz nesl-i cedide[13] ibretengiz ve ihatalı bir nazarla ders verilmelidir. Tarihin muhakemesi ve felsefesi derinden derine tahkik ve tahlil edilmelidir. Çünkü bir millet ancak tarihin iyi ve kötülüklerini, ibretengiz derslerini unutmamak sayesinde istikbalini kurtarabilir. Kur’ân-ı Kerim, Peygamber kıssalarını (s.a.v) zikrederek, mü’minleri tarihten ders almaya dâvet ettiği gibi, birçok âyette de:

سٖيرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلُ

“Yeryüzünde seyahat ediniz! Sizden önce gelip geçen kavimlerin hâline ve yalancıların âkıbetine ibretle bakınız.”[14] emirleriyle onlara, tarihte cereyan eden hâdiselere nazar-ı ibretle bakmalarını, inceden inceye tahkik ve tahlil etmelerini ferman buyurdular.

Şu da ehemmiyetli bir noktadır ki, tarih sadece harplerden, muzafferiyetlerden, mağlubiyetlerden ibaret olmayıp, milleti millet yapan unsurların bir mecmuasıdır. Bu unsurlar din, dil, kültür, örf ve ahlâk gibi mânevî değerlerdir. Bu sebepledir ki, tarihi, bu değerlerle beraber mütalaa etmek gerekir. Bütün muzafferiyetlerin, terakkîlerin temelinde bunlar yatmaktadır. Bu değerler her milletin mânevî hayatının meşaleleridir. Tecrübe edilmiş bir hakikattir ki, mânevî meşaleleri sönen bir milletin hayatı gevşer, kanı kurur, bedeni felce uğrar, belki de izmihlâl[15] ve inkıraza[16] gider.

Bu hakikat, şuur-u umumiyi alâkadar eden en büyük bir hayatî meseledir, istikbali, nurlu ve saadetli bir devreye kalbetmek için, mezkûr mânevî değerleri ecdadımız gibi, şuurla kaynaştırıp, lahûti bir feyz ile hayata mal etmeliyiz. Böylece İslâmiyet’le meze olmuş ecdadımızın şahsiyet-i mâneviyesindeki kabiliyet-i temeddünü,[17] enzar-ı âleme[18] yeniden arz edilecek ve o, eski satvet[19] ve haşmetiyle bütün milletlere rehber olacak bir mevki-i muallâya[20] oturacaktır. İstikbâl buna hâmiledir. Evet, millî şuurla alûde, îmanlı, faziletli, gayretli nesl-i cedit bu hakikati, biiznillah tahakkuk ettirecektir.


[1]       Neşe-yâb: Neşeli, keyifli.

[2]       Âlûde: Bulaşmış, dolu.

[3]       Lâyemut: Ölümsüz.

[4]       Peyk: Birine tâbi olan, bağlı bulunan.

[5]       Tezelzül: Sarsılma.

[6]       Hatt-ı muvasala: İletişim hattı, iki şey arasındaki bağ.

[7]       Teceddüt: Yenilenme.

[8]       Suud: Yukarı çıkmak, yükselmek, yücelmek.

[9]       İnhitat: Gerileme, çöküş.

[10]      Şevket: Büyüklük, ululuk.

[11]      İnkıraz: Bitip tükenip yok olma, sonu gelme, son bulma, çökme, yıkılma.

[12]      İnhizam: Yenilme, bozulma, hezîmete uğrama.

[13]      Nesl-i cedid: Yeni nesil.

[14]      Rum, 30/42.

[15]      İzmihlâl: Yok olma, mahvolma, yok olup bitme, yıkılma, çökme.

[16]      İnkıraz: Bitip tükenip yok olma, sonu gelme.

[17]      Kabiliyet-i temeddün: Medenileşme kabiliyeti.

[18]      Enzar-ı âlem: Bütün âlemin gözü önünde.

[19]      Satvet: Karşı konulmaz derecede zorlu ve ezici kuvvet, sindirici, boyun eğdirici güç.

[20]      Mevki-i muallâ: Çok yüce mevki ve makam.

Bu konuda geri bildirim bırakın

  • Değerlendirme
X